SEÇİM GECESİ NOTLARIM (14.05.2023): BAŞKENT ANADOLU LİSESİ MAMAK/ANKARA

15 May

1. Aynı binada oy kullanan seçmenlerin aktardığına göre önceki seçimlere göre katılım yüksekti.

2. Bütün sandıklarda Kemal Kılıçdaroğlu önde gelirken, CHP birinci parti konumundaydı.

3. Bir müşahit olarak, genç kadınların ve bilgili sandık kurulu üyelerinin yer aldığı sandıklar bana kendimi daha güvende hissettirdi.

4. Tekerlekli sandalye vb. araçlarla hareket edebilen engelli vatandaşların, yaşlıların, kanser gibi yorucu hastalık geçirenlerin durumu YSK ve ilgili kurumlar tarafından gözetilmemiş, bu insanlar ailelerinin destekleriyle zor koşullar altında okulun 3. katında oy vermeye mecbur bırakılmıştır.

5. Sandık kurulu başkanlarının bir kısmı mevzuatı okumadan sandığa gelmiştir. Bu durum, sandık kurulunu üyelerinin ve müşahitlerin fazladan emek harcamalarına ve birtakım karışıklıklara neden olmaktadır.

6. Sandık kurulu başkanı mevzuata hakim değilse, dersine en iyi çalışanın sandıklarda sözü geçmektedir. Sandıkta işlerin iyi ve hızlı bir şekilde ilerlemesi, kanunu ve kanunla ilgili hazırlanmış dosyalara iyi çalışanlar ve birbirlerine parti gözetmeksizin yardımcı olanlar sayesinde gerçekleşmektedir.

7. Binalarda ve sandık başlarında hem bilgili hem de örgütlü çalışmanın önemi oldukça belirgindir. Gün boyu pek çok sandığa koşturan avukatlar, partililer, gönüllüler, sayımı takip eden yurttaşlar olmasa sonuçların çok daha hileli olacağı açıkça görülmektedir.

8. İkinci tura giderken sandıkları izleyecek gönüllü sayılarının artması çok elzemdir (Ör: bulunduğumuz okulun 3. katında uzun bir süre 7-8 sınıfla 2-3 kişi ilgilenebildik.). Bu doğrultuda, siyasi partiler veya Oy ve Otesi gibi sivil oluşumlarla iletişime geçebilir, hazırladıkları dosyalar aracılığıyla mevzuatı birkaç gün içerisinde hızlıca öğrenebilirsiniz. Asıl öğrenme sandık başında, pratikle gerçekleşiyor, gözünüz korkmasın.

9. Görevli olduğunuz okulda gönüllü sayısı az ise en son sandığın sonuç tutanakları da kayda geçip, sonuç torbası binadan çıkarılana kadar sürecin takipçisi olmak da yapmamız gerekenler arasında yer alıyor.

10. Son olarak siyasette 2 hafta uzun bir süre, ikinci tura “iradenin iyimserliği” (Gramsci) ile gitmekte fayda var.

Eşzamanlılık (Jung), Hooks, Freire ve “Apiyemiyekî?”

19 Eyl

Dün, C.G. Jung’un eşzamanlılığını (synchronicity) yeniden hissettiğim/deneyimlediğim bir başka gün oldu. Gün içerisinde spontane akış devam ederken bir kafede oturmuş, Bell Hooks’un “Sınırları Aşmayı Öğretmek: Özgürlük Pratiği Olarak Eğitim” kitabını okuyordum. Kitap daha ilk sayfalarından itibaren ilham vermeye başlamıştı. Giriş kısmında “…hep yeniden başlamak, yapmak, yeniden inşa etmek ve yıkmamak, aklı bürokratikleştirmeyi reddetmek, hayatı bir süreç gibi yaşamak ve anlamak – olmak için yaşamak…” alıntısı yer alıyordu. Alıntı, Paulo Freire’ye aitti. Hooks, eleştirel/radikal/şenlikli/özgürleştirici pedagojisini aktarırken Freire’den bahsediyordu satır aralarında…

Bu okuma sonrasında, günlerdir web sekmesinde beklettiğim bir festival linkine yöneldim. Programı inceleyince, 17 Eylül’ün gösterim ve performanslar için son gün olduğunu anladım. Alanı tespit edip, metro durağına ilerledim ve yarım saat içerisinde oradaydım. ‘Hayaletler’ temalı “Drifts Art Festival”, “Culture Center Stoa” isimli kültür merkezinde devam ediyordu. İçeri girdiğimde Ana Vaz’ın “Apiyemiyekî?” adlı belgesel niteliğindeki filmi yeni başlamıştı. Sanatçı, Amazon Ormanları’ndaki yerli halkların askeri diktayla, yaşam alanlarını tehdit eden projelerle ve sömürgecilikle olan mücadeleleri esnasındaki kolektif öğrenme süreçlerini ve bunun görsel bellek aktarımına nasıl yansıdığını bizlere bu kısa filmle sergiliyordu.

Jung’un eşzamanlılık ilkesi ve yoğunluğu, filmde Paulo Freire’den bahsedildiği an içimde bir ateş gibi yükseldi. Yerli topluluğun kolektif öğrenme süreçlerinde Freire’den nasıl ilham aldıklarına ve örneğin ‘karşılıklılık’ (reciprocity) ilkesini nasıl uyguladıklarına kısaca değinilmişti.

Son olarak, günün sonunda hissiyatlarımın bir kısmı şu şekildeydi: Soykırım ve ekokırım süreçlerini takip etmek çaba istiyor. Bu ‘çaba hali’ni yüreklendirecek/sevinçli kılacak desteği ise akışın kendisinde/bileşenlerinde buluyoruz belki de… Fotoğraf seçkisindeki görüntüler akışa eşlik eden, sevinç kaynağı olan ve cesaret verenlere dahil diyebilirim.

Yanılsama Treni

12 Mar

Camdan dışarı bakarken trenin içini görmek miydi yanılsama? Gündüz vakti yerler kardan bembeyazken, etrafı saran parlaklık ya da gözlerindeki ışıltı mıydı? Yanındaki yolcunun ağzından dökülen kelimeler birer yansıma ya da yanılsama mıydı?

Yaptığı telefon görüşmesi sonrasında, nadiren gördüğü akşam ışıkları eşliğinde sorular birer birer kaydıraktan kayıyordu zihninde. Yüzündeki maske ve kırmızının farklı tonlarına sahip kalın kazağı terletiyordu ya da adeta terbiye ediyordu yolcuyu. Yankılanan ve yansıyan çocuk sesleri, telefonda yüreğini cızırdatan çatallaşmış bir ses ve tüm oluşlar bir yanılmasa treninde vücut buluyordu…

Tren hızını arttırıyordu, kulakları dolduran bir uğultu veya basınç eşliğinde yolcuların günlük yaşamdaki yanılsamalarından kaçarcasına; fakat kaçmak kurgusal gerçekliklere bir çare olamazdı, yanılsamalar peşi sıra treni takipte, bir kuyruklu yıldız edasıyla akşamın derinliklerine doğru uzanıyordu. Başını çevirdi, yanındaki yolcu adı konulmayan, herhangi bir şekle girmeyen güzel bir uykuya dalmıştı…

Uzun Araya Eski Notlarla Bir Müdahale

6 Eyl

Uzun soluklu bir eğitim ve araştırma sürecinin önemli bir eşiğini aştıktan sonra evde birtakım düzenlemeler yaparken, raflardan karşıma beni farklı hayallere sevk eden irili ufaklı notlar çıktı. Bu notların dijital ortamda okuyucusuyla buluşma zamanı gelmişti belki de, benim de bu blogda kaldığım yerden devam etmemin…

Uzunca bir kağıtta, yerini ve zamanını not düşmediğim şu satırlar yer almaktadır:

Bir filmin toy karakteri şöyle diyordu: “İnsanlar aslında görünmez bağlarla, birbiriyle ilişkilenmiş bir şekilde var olmaktadır”. Bu cümle neden yüksek bir yere çıkıp karıncalara benzeyen insanları izlerken daha da açık bir hal alıyor. Her gün aynı ağacın yanından geçip giden, fakat iki kelime dahi laf etmemiş insanlar birbirlerine o bağlar aracılığıyla ile ne iletiyordu acaba? Ayaklı düşünceler ve yürüyen düşüncesizlikler, hepsi çıkış noktalarını sorgulatırcasına aynı sokakta ve aynı caddede hareket halinde var olmaya devam ediyordu…

Satırlar bir başka paragrafta devam etmektedir:

Bu yürüyen karıncalar arasında söz gelimi etrafına daha farklı bir gözle bakanlar vardı. Daha ziyade, farklı görenler. Kaldırım taşları üzerinde onlarca kağıdımsı nesne insanların ayak tabanlarıyla tanışırken kaç kişi o kağıdımsıyı görebiliyor, daha da ötesinde anlayabiliyordu? Bulunduğum yerden aşağıya bakınca ancak öyle fark ediyorum ben de… Yer değiştirmek, mekan değiştirmek veya sadece değiştirmek eylemi, bir anlamda boyut değiştirmek olabilir miydi? Rutinleşmiş döngüden çıkıp farklı bir açıyla bakabilmek, sosyal ilişkiler için kullanılmış bir klişeden çıkıp sokakları ve caddeleri anlamaya, daha doğrusu daha farklı bir süzgeçte anlamaya sebep olabilir mi? O kadar yükseklere çıkmaya da ne hacet! Sebepsizce bir banka oturuvermek ve sokağı gözlerle karış karış gezmek, daha önce fark edilmeyen bir şeyi yanındaki dünya dostuyla paylaşmak kimlere özgü acaba? Karıncalardan sıyrılıp seyre dalmak kısa bir süreliğine, başka bir aleme geçiş deseydiler, ve bunu da bir tepside sunsaydılar, neye benzerdi bu sokak? Tepsi başında bekleyen bir güruh mu çıkardı sokak sanatçısının resminden, hem de yağlı boya olanından…

Şimdi, tarihini ve yerini not düşmediğim bu satırların sonuna, ufak şiirimizi de bir ressam inceliğinde iliştirelim, hem de sadece tarihi belli olanından… (22.09.2019)

Masama düşen kuru yaprakları

Topladım

Koyduğum raflarda

Yeniden yeşermeleri umuduyla

Bir sonraki bahara kadar

Tren yollarında ömür tüketirken

Yeşermelerini bekledim

Raflara dönüşen ağaçlarla

Gün be gün kuruyan yaprakların

Asırlık dostluğunu izledim

Anlaşılmayan bir umutla…

Çeviri Başlığı: “İklim Değişikliği, Covid-19, Hazırlıklı Olma ve Bilinç”

25 Nis

“The Schwartzreport”, dünyayı ve özellikle Amerika Birleşik Devletleri’ni (ABD) etkileyecek olan yükselişteki akımları takip eder. “The Schwartzreport”, EXPLORE yayını için; hayatımızı ve kültürümüzü şekillendirecek olan biyosferdeki, teknolojideki ve politika değerlendirmelerindeki değişiklikleri kapsayan sağlık konularına en geniş anlamıyla odaklanmaktadır. 

Araştırma yapmam ve günlük Schwartzreport’u yayınlamam nedeniyle olsa gerek; iklim değişikliği açısından odaklandığım pek çok hikaye, beni ne olup bittiğine dair duyarlı hale getirmiştir. Belki sadece meraktandır, belki de korkudan; sebebi ne olursa olsun, şimdi seyahat ederken kendimi etrafa bakar ve düşünür halde buluyorum: İklim değişikliğinin bu topluluk üzerine etkisi ne olacak? Evsizlerle nasıl ilgilenildiğini gözlemliyorum çünkü göç büyük bir mesele olacak ve böylece bu akım daha da kötü bir hale gelecek. Gıda durumu nasıl acaba? Geniş çaplı olaylarda sağlık önlemleri ve temizlik işleri nasıl idare ediliyor? Bu, çok büyük bir problem haline gelecek ve özellikle sağlık hizmetini etkileyecektir.

30 Ocak 2020 Perşembe günü, ABD’de Hastalık Kontrol ve Koruma Merkezleri, ülkede korona virüsün insandan insana geçen ilk vakasını duyurdu. Bu kişi, salgının merkezi olan Çin’in Wuhan kentinden ABD’ye gelen 60 yaşında bir adamdı. Birkaç saat sonra Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), dünyada hızla yayılan bu salgını “küresel sağlık acil durumu” ilan etmişti.

Bir süre sonra ABD Başkanı Trump, Çin ile sınırları kapattı, Çin’den henüz ABD’ye gelen yüzlerce yolcuyu karantinaya aldı ve bir açıklama yaptı. CNBC’den aktarıldığı üzere: “Başkan Donald Trump, Çin’de en az 171 kişiyi öldüren korona virüs salgınıyla başa çıkabilmek için Amerikan Hükümeti’nin, Çin ile oldukça yakın bir şekilde çalıştıklarını söyledi ve ABD için “çok iyi bir son” öngördüğünü belirtti.

Trump şunları ekledi: “Çin ve diğer ülkelerle çok yakın bir şekilde çalışmaktayız ve sizi temin ederim ki, bu durum sonunda bizim için çok iyi bir sonuç ortaya çıkmış olacak”. Trump aynı zamanda ABD’li yetkilerinin inancını aktardı: “Tüm durum kontrolümüz altında. Bu ülke için çok küçük bir problem”.

Dört gün sonra, 17,438 vaka tespit edildi ve bilinen 362 ölüm vardı. Devamındaki dört günün sonunda ise merkezi hala Çin olan virüs, 34,546 kişiyi enfekte etti ve dünya çapında 720 insanın ölümüne neden oldu.

Bunu, ben yazdıktan aylar sonra okuyor olacaksınız ve durumun nasıl geliştiğine tanıklık edeceksiniz. Fakat göstermek istediğim nokta sadece sayılardan ibaret değil. Bu virüs, tüm tıbbi ilerlemelere rağmen çok hızlı yayılıyor ve tüm dünyayı etkisi altına alan sonuçlar yaratıyor. Tıpkı AIDS küresel salgınının 75 milyon kişiyi enfekte etmesi ve 2019’a gelindiğinde 32 milyon kişiyi öldürmüş olması, ya da daha küçük çapta yayılan Ebola epidemisinin 11 bin kişiyi öldürmesi gibi. Kayıtlardaki en ölümcül salgın olan, dünya çapında yaklaşık 500 milyon insanı enfekte eden, 20-50 milyon arası insanı (kabaca dünya nüfusunun üçte birini) öldüren (tahminen 675,000 Amerikalıyı içeriyor) 1918 İspanyol Gribi’nden bu yana ise kesinlikle çok uzun bir yol kat edildi.

Tüm bu göstergelerle yansıtmaya çalıştığım şey; deneyimin ve verinin bir yüzyılı bize öğretmiştir ki, bu felaketler tüm tıbbi ilerlemelere rağmen vuku bulmaktadır ve öngörülememe ihtimali vardır. Aklımdan çıkmayan soru ise şudur: Tıpkı iklim krizi etkilerinin Amerikan sağlık hizmetini zora sokması gibi, eğer Çin’de gelişen korona virüs Amerika’da baş gösterseydi, ABD’de bu küresel salgınla nasıl başa çıkılabilirdi? Bu duruma hazır mıyız? Hiç zannetmiyorum, peki ya siz ne düşünüyorsunuz?

Gerçek şudur ki; sadece Amerika değil, tüm dünya bu çeşit salgınlara hazır durumda değildir ve iklim değişikliğinin mecbur bıraktığı göçler bu resme eklendiğinde durum pek iç açıcı gözükmemektedir. Uluslararası Göç Örgütü, bu konudaki bilgi açısından en iyi kaynak olarak değerlendirilmektedir ve onların kaynağı da Oxford’lu profesör Norman Myers’dır. Myers’ın aktardığına göre bundan 30 yıl sonra 2050’ye geldiğimizde “Küresel ısınma dünyayı tamamen etkisi altına altığında, Muson sistemlerinin ve diğer yağış rejimlerinin bozulması, şiddeti ve süresi açısından eşi benzeri görülmemiş kuraklıklar, deniz seviyesinin yükselmesi ve kıyılardaki taşkınlar nedeniyle yaşanacak felaketler 200 milyon insanı yerinden edebilir”.

Göç akımı içerisindeki bu yükseliş bir süredir devam etmektedir. Bu konuda, Birleşmiş Milletler (BM) şunları söylemektedir: “İklim krizi bir süredir etkisini gösteriyor: Ülkesinde Yerinden Edilenleri Takip Merkezi’ne göre, hayatlarını olumsuz yönde etkileyen afetler nedeniyle 17,2 milyon insan geçen yıl evlerini terk etmek zorunda kalmıştır. Okyanus asitlenmesi, çölleşme, kıyı erozyonu gibi ağır ilerleyen çevresel değişiklikler insanların geçim kaynaklarını ve yaşadıkları yerlerdeki hayatta kalma kapasitelerini doğrudan etkilemektedir”.

Fakat ben, özellikle Amerika’da gerçekleşen iç göçlere odaklanmak istiyorum. Deniz seviyesinin yükselmesi nedeniyle oluşan sel ve taşkınlardan dolayı, kıyılardaki irili ufaklı yerleşim merkezlerini terk etmek zorunda kalması öngörülen iç göçmenleri düşünün sadece…

Georgia Teknoloji Enstitüsü Sayısal Bilimler ve Mühendislik Bölümü’ndeki Caleb Robinson tarafından yürütülen ve birden fazla üniversitenin dahil olduğu bir araştırma ekibi, birtakım hesaplamalar yaparak (bkz. Şekil 1) tek başına deniz seviyesi yükselmesinin 13 milyon iç göçmene sebep olacağını öne sürmüştür. Ekibin yorumu hayret verici niteliktedir: “Deniz seviyesi yükselmesi potansiyel olarak çok yıkıcı bir etkiye sahiptir”. 2000 yılında, Dünya üzerindeki kentsel alanların yaklaşık yüzde 30’u sıklıkla sellerin ve taşkınların yaşandığı yerler üzerinde kuruluydu. Kentsel genişlemeyi ve deniz seviyesi yükselmesini hesaba kattığımızda, 2030 yılı için bu oranın yüzde 40 civarına ulaşacağı öngörülmektedir. Sadece ABD’de, 123,3 milyon insan, bir başka deyişle toplam nüfusun yüzde 39’u, 2010 yılında kıyı kentlerde yaşamaktaydı ve bu oranın, 2020’ye gelindiğinde yüzde 8 artacağı tahmin edilmişti. 2100 yılı tahminlerine göre, sadece ABD’de 13,1 milyon insanın, 1,8 metre deniz seviyesi artışı nedeniyle yaşanacak sel ve taşkınların vuracağı alanlarda yaşıyor olması muhtemeldir.

“Okyanuslar genişledikçe ve daha önce yaşanabilir halde olan alanları kapsadıkça, bu durumdan etkilenen insanlar (iklim göçmenleri) daha iç kesimlere doğru harekete geçecek ve aşırı hava olayları ile artan sellerin daha az yaşandığı bölgelerde gıda ve barınma ihtiyaçlarını temin etmeye çalışacaklardır. Bu noktada şunu iddia etmekteyiz: Göç durumu hesaba katıldığında deniz seviyesi yükselişinin insan toplulukları üzerine olan kapsamlı etkisi, kıyı bölgelerin çok daha ötesine geçmektedir”.

İklim değişikliği, göç ve epidemi gibi akımlardan nasıl dersler almalıyız? ABD bunlarla başa çıkabilmek için ne derece hazır durumdadır? Kendinize şunu sorun: Önümüzdeki 30 yıl içerisindeki zorlukların üstesinden gelebilmek adına kendi pratiğim, hastaneler, klinikler ve acil tıp teknisyenlerinin pratikleri açısından nasıl bir konumda hareket ediyorum? Yaşadığınız yerde, ister gelen göçmen olsun ister göç yolunda hareket halindeki insanlar veya bulunduğunuz yerden ayrılmakta olanlar; gıda desteği, sağlık hizmeti, barınma ve temizlik önlemleri nasıl gerçekleştirilecek?

Bu noktada argümanım şu şekildedir: Ülkece, daha önce ulusal çapta ve tarihimizde yaşamadığımız bir felakete doğru ilerlemekteyiz. Aynı zamanda bu, Amerika’da sağlık hizmeti olarak bilinen Kar Amaçlı Hastalık Tedavi Sistemi’nin (Illness Profit System) çöktüğü bir zamana denk gelmektedir. Bu bir siyasi ifade midir? Bu duruma bir çare yaratmak amacıyla politikanın çabasına ihtiyaç duyulan bir anlamda evet, öyledir. Partizanlığı (particiliği) bir kenara bırakalım ve sadece, yaşananları deneyimleyecek olan nüfusa dair bilgilerle başlayan ve objektif olarak doğrulanmış verilere odaklanalım.

Yaşlanan bir nüfusumuz var. ABD Nüfus Sayım İdaresi’ne göre Amerika tarihinde ilk kez, yaşlı nüfus genç nüfusu önümüzdeki 20 yıl içerisinde sayıca geçecektir. Bu kurum şunları rapor etmektedir: “Şimdiden orta yaş grubu, çocukların sayısını geçmiş bulunmaktadır, fakat ülke, 2034 yılı içerisinde yeni bir dönüm noktasına ulaşacaktır. 2034 yılında, yaşlı yetişkinlerin sayısı çocukların sayısını kıl payı geride bırakacaktır: 18 yaş altındakilerin 76,5 milyon olması hesap edilirken, 65 yaş ve üzerindekilerin 77 milyon olması beklenmektedir”. Böylece, gittikçe yaşlanıyoruz ve daha az yaşamsal öneme sahip oluyoruz. Aynı zamanda, bir yüzyıldan fazladır belli bir oranda artan Amerika’daki yaşam süresi, son üç yıldır azalma eğilimindedir.

Steven Wolf of Center on Society and Health, Department of Family Medicine and Population Health, Virginia Commonwealth University School of Medicine, Richmond ve Heidi Schoonmaker of Eastern Virginia Medical School, Norfolk, düşüş eğilimindeki bu ortalama yaşam süresine derinlemesine bakmak için bir takım oluşturdular ve JAMA’da yayınlanan raporları zamanı durduran bir niteliğe büründü. Bulgularına göre: “Amerika’daki ortalama yaşam süresi geçtiğimiz 60 yıl içerisinde genellikle yükselmiştir, fakat bu yükseliş oranı zamanla yavaşlamıştır ve 2014’ten itibaren düşüşe geçmiştir. Temel etken, göreceli olarak daha çok Ohio Valley ve New England’da meydana gelen ve 1990’ların başlarında görülmeye başlanan, çeşitli sebepler nedeniyle tüm ırksal gruplar içerisinde genç ve orta yaşlı yetişkinlerde artan ölüm oranlarıdır (örneğin: yüksek dozda uyuşturucu kullanımı, intiharlar, organ sistem hastalıkları). Bu durum, halk sağlığı ve ekonomiyle ilişkili sonuçları açısından ve altında yatan sebeplerini anlamak adına hayati bir öneme sahiptir”.

Tüm bunlar, DSÖ’ye göre sağlık hizmeti açısından dünyada 37. sırada yer alan bir ulusta gerçekleşmektedir. İklim değişikliğine hazır olmaktan çok uzakta; ABD geriye doğru gitmekte ve sahip olduğu kırılgan sistem parçalanmaktadır.

Amerika’da yaşayan nüfusun yüzde 20’si kırsal alan olarak tanımlanan yerlerde yaşamaktadır. Kırsal idari birimler, ABD kara parçasının yaklaşık yüzde 97’sini oluşturmaktadır. Nüfusun yaklaşık yüzde 20’si (sadece 66 milyonun altında bir nüfustan bahsediliyor) bu idari birimlerin birinde yaşamaktadır. Bu nüfus yaşlı bir yapıya doğru yönelse de, yüzde 17,5’i, 65 yaşından büyüktür ve kent odaklı bir kıyaslama yapıldığında bu oran kentlerde yüzde 13,8’dir. Bazı eyaletlerde, yaşlı nüfusun yüzde 50’den fazlası bahsedilen kırsal alanlarda yaşamaktadır.

Bu bilgiler ışığında, ortalama bir duruma kıyasla daha fazla sağlık hizmetine ihtiyaç duyan yaşlı nüfusun yaşadığı kırsal alanlara, iklim değişikliği etkilerinin gelmekte olduğunu biliyoruz. Peki, gerçekten ne olup bitmektedir? ABD sağlık hizmeti sistemi, kârı sağlıktan öncelikli hale getirdiğinden beri pek çok hastane yeterince kârlı olamadığı için kapanmaktadır (bkz. Şekil 2) ve Covid-19 krizi böyle bir sağlık hizmeti sisteminde neler yaşanacağını bizlere gösterecektir.

2016’da, ulusal çapta kırsal hastanelerin yaklaşık yüzde 41’i zararına çalışmıştır, bir başka deyişle, gerçekleştirdikleri işlemler için kazandıklarından daha fazlasını kaybetmişlerdir. Aynı yıl içerisinde Texas ve Mississippi, ekonomik olarak kırılgan durumdaki sağlık birimleri açısından en yüksek sayıya sahipti. 3 yıl sonra, 2019’da, 43 eyaletteki 430 hastane (bir başka deyişle Amerikan ulusundaki kırsal hastanelerin yüzde 20’sinden fazlası) neredeyse batmak üzereydi. 2005’ten itibaren en az 155 kırsal hastane ise tamamen kapanmıştır.

Bu konuyu, 2005’ten beri bu sayfalarda belgeliyorum. Sağlık hizmetinin, sağlıktan ziyade kâr amacıyla verilmesi gerçeğiyle yüzleştiğimiz zaman; kâr amacı güden bir şirket gibi çalışan hastanelerin, kırsal hastanelerin kapanmasına neden olduğunu kolayca görebiliyoruz. Güncel olarak, ona en çok ihtiyaç duyulacak zamanda, sağlık hizmetinin dağılmakta olduğu bir durum yaşıyoruz.

Şimdi kapanan ve kapanmakta olan o hastaneleri bir düşünün. Ne zamanki bir kırsal hastane kapanıyor, o bölgedeki yerli topluluk ve çevresindeki idari birimler trajik sonuçlarla karşılaşmaya mahkum hale geliyor. Tıbbi sonuçları çok açık bir şekilde ortadayken, satış vergisi kazançlarındaki kayıp ve eczane ya da klinik gibi destekleyen işletmelerdeki azalış ortaya çıkmaktadır. Ayrıca, doktorlar, hemşireler ve eczacılar gibi profesyoneller ile yerel okullardaki öğrencilerin de daha az sayıda olması durumu söz konusudur.

Tıp doktorları David Mosley ve Daniel DeBehnke, tam olarak bu konuyu çalışmaktadır ve bu konu başka bir kaynakta şu şekilde raporlanmıştır (*): “Kırsal bir hastanenin kapanması, sıklıkla idari birimlerin ve küçük kırsal merkezlerdeki durumun daha kötüye gidiyor olmasını ve ilerleyen bir düşüşün başlangıcını haber vermektedir. Hastaneler genellikle kırsaldaki ufak toplulukların gururu olduğu kadar, bu toplulukların finansal ve profesyonel dayanak noktası olarak da hizmet vermektedir. Bu aynı zamanda, yakın lokasyonlardaki sağlık hizmetinin eksikliği nedeniyle, diğer işverenlerin kaybı ve yeni işverenlere sahip olamama durumu anlamına denk düşer. Bir kırsal hastane kapandığı zaman, işsizlik çoğu zaman yükselir ve ortalama gelir düşüşe geçer”.

Amerika’nın geniş kırsal bölgelerinde yaşamayı ve çalışmayı seven üretici pek çok insan, çiftlikte yaşayanlar ve yerli çiftçi için yeterince hemşire, doktor ve eczacı yoktur. Kırsal toplulukların ve kırsal bölgede yaşayan vatandaşların çoğu zaman, rutin temel bakım, anne sağlığı hizmetleri ya da acil sağlık servisi için seçenekleri yoktur. Hatta en temel tıbbi ilaç ve malzemeleri bulmak da genellikle zordur. Sadece bir örnek düşünün: 13 milyon Amerikalı çaresizce yollara düşmüş göç etmek zorunda kalsaydı, o zaman ne olurdu? Diyabet hastalarını aklınıza getirin.

ABD Hastalık Kontrol ve Koruma Merkezleri’ne göre 2017’de, “100 milyondan fazla ABD’li yetişkin diyabet ve diyabet-öncesi durumlarıyla yaşamaktadır”. Raporun bulgularına göre, 2015’te ABD nüfusunun yüzde 9,4’ü olan 30,3 milyon Amerikalı diyabetti. Diğer 84,1 milyon ise diyabet-öncesi duruma sahipti (eğer tedavi edilmezse genellikle 5 yıl içinde “Tip 2 diyabet” meydana gelmektedir). 2020’deki sayılar ise daha fazladır çünkü bu grafik o zamandan beri yukarı doğru gelişen bir eğime sahiptir.

İç göçmenler arasında diyabet hastalarının eşit bir şekilde dağıldığı, gerçekte ise böyle olmayacak bir an varsayalım. İklim değişikliğinin özellikle iç göçe sebep olacağı güneydeki kıyı eyaletlerde diyabet olma oranı ülke çapında birinci sıradadır. Fakat sadece eşit dağılımı varsayalım. Eğer 13 milyon iç göçmen varsa, bunların yüzde 9,4’ü, 1 milyondan fazla insan diyabetli olacaktı. Eğer 10 yıldan fazladır insülin alıyor olsaydınız, insülinsiz muhtemelen 10 günden fazla yaşayamayacaktınız. Tüm bu göçmenlerin, ihtiyaçları olduğunda yeterli sayıda insüline sahip olacaklarını mı düşünüyorsunuz? Hayır, ben düşünmüyorum.

Eğer 100 binlerin yaşadığı bir kentte ya da 50 bin nüfusa sahip bir yerleşim alanında yaşıyor ve iş görüyorsan, acil servis odalarınız muhtemelen günlük insülinlerine paraları yetmeyen ilaveten 10 bin ya da 5 bin çaresiz diyabet hastasıyla ilgilenebilecek mi? İnsülin bir seçenek değildir. Kentiniz ya da yerleşim alanınızdaki idari birim bu talebi karşılayabilmek için nasıl bir sistem organize edecektir? Eczaneleriniz yeterli sayıda malzemeye sahip olabilecek mi?

Ve bu sadece diyabetle ilgili olan bir şey değildir; insanlar ilaçlarını düzenli dozda alamadıklarında, kalp ve damar hastalıklarına ilişkin veya böbrek hastalıkları gibi tüm ciddi sağlık komplikasyonları artacaktır ve bakıma ihtiyaçları olacaktır.

Bu makalede, insanlığın karşılaştığı krizin sadece üç bölümüne odaklandım: küresel salgınlar, iklim değişikliği ve diyabet hastalığı. Fakat bu çok kısmi bir listedir. Gerçekten tüm resme hakim olabilmek, bir makaleden fazlasını istemektedir. Ayrıca bunlar da eklenmek zorundadır: Kasırgalardan sıcaklık dalgalarına tüm aşırı hava olayları, yaşamı mümkün kılan ekosistemlerin zayıflaması, gıda güvenliği ve azalan temiz su kaynakları… Bunlardan her biri tek başına, 21. yüzyılda insanlığın önüne büyük bir mücadele alanı getirmektedir. Tüm bunların bir arada gerçeklemesi muhtemel olan (ki olasılığı oldukça yüksek) bir senaryoda durum, çok şiddetli bir şekilde yıkıcı hale gelecektir.

Amerika bunların hiçbirine ne hazırdır, ne de hazır olma durumuna yakın… Durum daha ne kadar kötü bir hale gelebilir? Boston Massachusetts Üniversitesi, Yönetişim ve Sürdürülebilirlik Merkezi’ndeki ekibe liderlik eden Prof. Maria Ivanova, bu soruyu sormaktadır. Peki ya, bu soruya verdikleri cevap? Dünyayı etkileyen farklı faktörlerin bir araya gelmesine bakarak, bu faktörlerin “küresel sistemik çöküşü yaratma noktasında birbirlerini etkilediklerini ve birinin diğerinin etkisini arttırdığını” ifade etmişlerdir.

Hawaii Üniversitesi Deniz Biyolojisi Enstitüsü’nde araştırmacı Erik Franklin, aynı fikirdedir: “İnsan toplumu, birbirleriyle ilişki içerisinde olan iklim risklerinin kombine haline gelmiş yıkıcı etkileriyle yüz yüze kalacaktır. Bunlar şu an yaşanmaktadır ve daha kötü bir hale gelme yolunda gerçekleşmeye devam edecektir”.

Eğer herhangi bir grup bizi hazır hale getirmek için verilecek mücadeleye önderlik edecekse, bence bu grup sağlık hizmeti profesyonelleri olmalı; yani, gerçekten risk altında olan insanlar. Fakat siz konforlusunuz. Bu krizler zincirinin size dokunmayacağı veya bunların üstesinden gelebileceğiniz hakkında ne kadar ikna olup olmadığınız önemli değil, yapmayacaksınız veya yapamayacaksınız. Bugün sahip olduğumuz kar amaçlı hastalık tedavi sistemi ve altyapısı ile bu iş olmayacak.

Bence, bütçenin askeri harcamalara giden önemli bir kısmı, evrenselliğe ve hastanın sağlık durumunu yüceltmeye dayalı yeni bir sistem inşa etmek için kullanılmalı. Bu, farklı bir bilinç gerektirecek: Farklı bir düşünce tarzı… Farklı bir dünya görüşü… Ve söylendiği gibi, ya problemin bir parçası olacaksınız ya da çözümün.

(*) Çevirmen, orijinal metnin bu noktasındaki kaynak yanlışlığını çeviri metninde düzeltmiştir.

Yazar: Stephan A. Schwartz  (Bilim İnsanı, Fütürist, Ödüllü Roman Yazarı)

Yayıncı Kuruluş: Elsevier Inc. (2020)

Orijinal Yazının Linki: https://www.ncbi.nlm.nih.gov/pmc/articles/PMC7102555/#bib0010

Çeviren: Barış Can Sever

Çevirmen Notu:  Bu yazıda “iklim göçmenlerine” dair uzun süreçte öngörülen spekülatif sayılar, göç literatürünün belli bir pozisyonunda eleştirilmektedir. Bu haklı eleştiri aracılığıyla; insan hareketliliğine yönelik spekülatif sayıların çeşitli beklenti ve politikalar üzerinde olumsuz etki yaratma ihtimalinden dolayı, göç alanında çalışan bazı akademisyen ve akademisyen adayları (ben de dahil) ileriye dönük spekülatif sayılar kullanmaktansa, iklim göçü olgusunun güncel haline ve aktörlerine odaklanmayı ve iklim göçündeki iklim bileşeniyle beraber diğer bileşenlerin ne derecede ve ne gibi roller oynadıklarını anlamayı tercih etmektedir. Spekülatif sayıların ötesinde içeriksel durumu ele aldığımızda; bu yazıda işlenen konu tüm toplumları ilgilendiren önemli bir uyarıcıdır.

 

İklim Değişikliği Alanında Ortak Çabaların Desteklenmesi (1.Yerel İklim Eylemi Uluslararası Konferansı, 1. Gün)

15 Mar

Açılış Konuşmaları

WEglobal liderliğindeki çok paydaşlı bir ekip tarafından gerçekleştirilen, İklim Değişikliği Alanında Ortak Çabaların Desteklenmesi – 1.Yerel İklim Eylemi Uluslararası Konferansı Antalya’da açılış konuşmalarıyla başladı. Yerel eylemin önemi ısrarla belirtilirken, tüm aktörlerin kendine düşen görevleri yerine getirmesi de açılış konuşmalarında dile getirilen en önemli konulardan bir tanesiydi. Paris anlaşmasından yeşil ekonomiye, iklim göçlerinden temiz enerjiye kadar önemli başlıkların üzerinde durulduğu bu bölümden sonra, sıra günün ilk paneli, Küreselden Yerele İklim Eylemindeydi.

53701880_366092574234544_2075762727858470912_n

Panel: Küreselden Yerele İklim Eylemi

Dünyanın pek çok farklı yerinden itiraz seslerinin yükseldiği bu günde (çocukların okulu kırıp eylem yaptığı bu Cuma günü), Antalya’daki konferanstan da önemli sesler yükseldi. Bu sesler bize geri dönülmez bir yola girmek üzere olduğumuzu, düşüncelerimizi acilen eyleme dökmemiz gerektiğini hatırlatıyordu. Bireysel ve kolektif olarak, hiçbir unsuru, insanı ve canlıyı geride bırakmadan bu işi kotarmamız gerektiği ısrarla dile getirildi. Evet, hiç kimseyi geride bırakmadan… Bunlara ilaveten, kentlerin günümüz iklim krizinde oynadığı rol ve bulunduğu pozisyon yeniden aktarılırken, bu konuda özellikle yerel aktörlerin desteklenmesi ve yerel/bölgesel/ulusal/küresel her ölçekte eğitim süreçlerine daha çok özen gösterilmesi özellikle ifade edilen konular arasındaydı.

54462469_323426255193055_2647218189699645440_n

Fuaye Alanında Proje Tanıtımları & Kum Gösterisi

Yerel demişken; günün akışına oldukça uygun bir şekilde farklı yerel belediyelerin insan kaynaklı iklim değişikliğine karşı gösterdiği çabaların sergilendiği bir bölüme geçildi. Bu bölümde yerel temsilciler yaptıkları çalışmaları farklı görsellerle sunarken, sözlü olarak da neler yaptıklarını ve neler planladıklarını aktardılar. Devamında ise bizleri güncel akıştan bir süreliğine de olsa koparmayı başaran, muazzam bir kum sanatı gösterisi gerçekleştirildi. Sanatın vazgeçilmez rolü kendini her zaman ki gibi hissettirmişti.

Avrupa Çevre Ajansı Temsilcisinin Konuşması

Bu aktivitelerden sonra, benim açımdan günün en açık ve anlaşılır sunumunu Avrupa Çevre Ajansı (AÇA) temsilcisi gerçekleştirdi. Güncel verilere dayanan, hedefleri ve tutumları oldukça belirgin ve güven veren başarılı bir sunumdu. Avrupa ve iklim değişikliği adaptasyonu hakkında ve özellikle AÇA işleyişine dair oldukça bilgilendiğimizi hissediyorum. Diğer sunumlar da içerik olarak birbirinden değerliydi ama iklim konusunda özellikle dinleyici kitlesine ulaşmada seçilen yöntemler de bir o kadar önemlidir kanaatindeyim.

54267971_791506334539410_4133936130120744960_n

Panel: Türkiye’de Yerel Yönetimler ve İklim Eylemi Politikaları ve Uygulamaları

Bu sunumun ardından günü, yerel yönetimler ve iklim eylemi politikaları bağlamında, yerel temsilcilerin deneyim paylaşımları üzerinden tamamladık. Yerel eyleme farklı açılardan yaklaşan günün tüm sunum ve tartışmaları birbirini tamamlayıcı nitelikteydi. Gün içerisinde ben de şöyle bir tweet atmıştım: “Çocuklar eylemde, büyükler konferanslarda | kolektif bir dönüşümün habercisi mi acaba?” Evet, sorumuz açık. Ortak çabaların sergilendiği konferansların paydaşları, sokaklarda bizlere bir şeyler anlatan çocuklar ve daha pek çok kişi eminim aynı şeyi merak ediyor: herkesi kapsayan, kimseyi geride bırakmayan bir dönüşümün başlangıcında mıyız acaba? Umalım, öyle olsun…

Dayanışma, Doğa ve Tesadüfün Ortasında

3 Kas

Bu yaz kent temalı bir projeye katılmak amacıyla Gürcistan-Batum’a doğru yola çıkmıştım. Trabzon’dan Batum’a, Doğu Karadeniz’in doğasını az da olsa keşfedebilmek amacıyla proje başlangıç tarihinden iki gün önce başladığım yolculuğuma otostop ile devam ettim. Bir yandan içinden geçeceğim yerleri keşfetmek ve oradaki insanları tanımak, bir yandan da olabildiğince ekonomik ve daha az karbon ayak izi bırakarak ilerlemek istiyordum. Kısaca fosil yakıtların sistematik kullanımına olabildiğince az katılmak istiyordum. Bu doğrultuda benim için en uygun yolculuk yöntemi otostop çekerek Batum’a doğru ilerlemekti.

Yolculuk esnasında daha önce bulunmadığım bu bölgenin insanlarını tanıma ve ayak basmadığım yerleri görme fırsatına eriştim. Bölge insanının bakış açısını, yaklaşımlarını vb. durumları gözlemlerken, pek çok yerinden talana uğramış Karadeniz doğasını görmek üzücü ve enteresandı. Her şeye rağmen yeşil, ben buradayım diyordu. Bu yazıyı yazma sebebim olan bir başka deneyimim ise Trabzon’da hayatımda ilk defa şehirler arası otostopçuluğa başladığım an ile birlikte belirdi. Aklımda sorular, ilk bineceğim arabada duyacaklarımı merakla beklerken yaklaşık 15-20 dakika boyunca hiçbir araç durmadı. Otostopçuluğun bir sabır işi olduğunu o dakikalarda anlamaya başlamıştım. Bir süre sonra Trabzon plakalı bir araç durdu ve ilk araç paylaşım deneyimimde kendimi dayanışmanın, doğanın ve tesadüfün ortasında buldum.

Neden tesadüf diyorum, çünkü arabasına bindiğim kişi bu coğrafyada yaşayan, savaştan dolayı evini terk etmek zorunda kalmış bir mülteciydi ve ben o ana kadar göç ve mülteciler üzerine yazıp çizmiş, sahaya inip araştırma yapmış bir canlıydım. İçinde yaşadığımız doğa için belki sıradan, ama benim için özel bir durumdu. Onlarca arabanın geçmesi ve sonunda kendimi yeni arkadaşımın arabasında bulmam beni farklı düşüncelere sevk ediyordu. Yol boyunca konuştuklarımız ve bu düşünce selinden sonra, dayanışmanın, doğanın ve güzel tesadüflerin adına bu satırları yazmak istedim. Mesleki olarak bir yandan iklim-çevre bir yandan da göç çalışırken, hem kendisinin hem de benim daha az karbon ayak izi bırakmamızı sağlayan, geldiği yerde insanlarla dayanışma kurmayı ihmal etmeyen bir mülteciyle birlikteydim. Ailesi Kayseri’de olan yeni arkadaşım Türkiye’de ve Karadeniz’de çeşit çeşit işlerde çalıştıktan sonra şimdi o bölgede çalıştığı firmanın arabasıyla her gün kilometrelerce yol tepiyordu. Beni arabasına aldığı süre zarfında da aslında mesaisini yapıyordu bir yandan. Bu yolculuğa ise Karadeniz sahil yolunun bir tarafı mavi bir tarafı yeşil olan manzarası eşlik etmekteydi. Şimdi gelin siz söyleyin; doğanın, insanın ve tesadüflerin güzelliğine inanmış bir canlı olarak bu satırları ben yazmayayım da kim yazsın?

Demem o ki; hayat tüm ilginçliği ve açtığı umut dolu kapılarla devam ediyor. Savaştan dolayı zorunlu olarak yerini değiştiren arkadaşım için de devam ediyor, sizin için de… Hatta arkadaşımın zorunlu göç deneyimi yaşamış olmasına sebep olan savaşın aktörleri için de devam ediyor hayat. Biz ne kadar dayanışma içinde olur, ne kadar doğaya zarar vermeden yaşarsak, işte o aktörlerin faaliyet alanı o kadar azalacaktır. Görüşler, inanışlar, bakış açıları elbette farklı olacaktır ama dayanışma bize her zaman yaşam verecek, içi boşaltılmış bir kavram olan sürdürülebilirliği gerçek kılacaktır. Sevgi ve dayanışmayla kalınız, yine bu kavramların içini boşaltanları unutmadan…

Temiz enerjiye geçmek her şeyi çözer mi?

8 Eyl

Küresel iklim değişikliği belirtilerini dünyanın farklı yerlerinde farklı şekillerde gösterirken (buzulların erimesiyle birlikte okyanus ve denizlerdeki su seviyesinin yükselişi, kuraklık, aşırı iklim olayları, tarım faaliyetlerinin zarar görmesi, göçler, sosyo-ekonomik yıpranmalar vb.), etki seviyesi daha yüksek senaryolarla karşılaşmamak ve içinde bulunduğumuz koşulları iyileştirmek adına fosil yakıtlardan temiz enerjiye geçiş hayati önem taşımaktadır. Bunu yaparken bu geçişi sarmalayan pek çok soru da beraberinde geliyor tabii: Geçiş adil olabilir mi? Kapsayıcı olmayan bir politik atmosferde geçiş kim için ve ne için? Temiz enerjiye geçmek her şeyi çözer mi?

Bu sorular çerçevesinde konuya ulusal ve yerel ölçekte yaklaşıp Türkiye’nin bu geçişteki pozisyonunu ele almaya çalışacağım. Türkiye’de bir süredir yenilenebilir enerjiye olan ilginin artışı hissediliyor. Güneş ve rüzgâr ile ilgili önemli adımlar atıldı fakat halen beklenenin çok altında bir teşvik ve temiz enerji üretimi var. Diğer taraftan Kayseri’deki güneş tarlalarını ve güneş paneli üreticilerini yerinde gördükten sonra aklıma şu soru düşmüştü: Gerçekten temiz enerji ve iklim değişikliğini düşünerek mi bu yatırımları yaptılar yoksa genel gidişata ayak uydurup sadece yeni bir yatırım alanı olarak mı gördüler? Yeni bir yatırım alanı olarak görülmesi bile iyi diyenler olabilir fakat bir süre sonra en olmadık yerlerde ve verimli arazilerde bu güneş panellerine denk geleceksek şimdiden oturup düşünmemiz lazım. Güneş ve rüzgârın, insan ve doğa adına temiz enerji olarak üretilmesi mantığı, bu kaynaklardan daha fazla kâr edebilme anlayışıyla çelişiyor.

Konunun en can alıcı noktalarından bir tanesini de Türkiye’deki karar alıcı mekanizmaların halen fosil yakıtlarda oldukça ısrarlı olması ve kömür santrallerine hız kesmeden yatırım yapmaya devam etmesidir. Bir yandan halk sağlığını tehdit eden, tarımsal alanlara, su kaynaklarına zarar veren bu santraller, bir yandan da fosil yakıt üretimiyle insan kaynaklı iklim değişikliğini ve küresel ısınmayı körüklemeye devam ediyor. Bu noktada pek çok farklı aktörün talebine rağmen, siyasi irade bu konuda henüz kapsayıcı bir tutum alabilmiş değil. Aslında işin özünde temiz enerjiyle birlikte diyalog kanallarının kapalı olması durumu var. Tüm yatırımını temiz enerjiye yöneltmiş fakat tüm bu süreçleri de kapsayıcı olmayan bir şekilde yürüten bir mekanizma ne kadar insan ve doğa yanlısı olabilir? Verimli arazilere kurulacak güneş santralleri, kırsalda yaşayan insanların evinin dibine veya üretim yaptığı alanlara kurulmuş rüzgar tribünleri, gelişigüzel ve doğa katliamı yaratacak şekilde oluşturulan hidroelektrik santralleri ve dahası çoğulcu olmayan bir sosyo-politik ortamda temiz enerjiye geçiş sağlanacaksa varsın sağlanmasın! İnsan dediğimiz canlı da bu doğanın bir parçası ve insana gelen zarar demek doğaya gelen zarar demektir.

Bu noktada karar alıcılara birtakım önerilerde bulunmak isterim. Her şeyden önce insanı ve doğayı ilgilendiren konularda; özellikle yerelde yaşayan halka, konuyla ilgili uzmanlara ve dünyadaki iyi örnek uygulamalarına kulak vermeleri hepimizin yararına olacaktır. Bununla birlikte, hem yereli hem de küreyi etkileyecek olan insan kaynaklı iklim değişikliğine yönelik olumlu bir etki bırakabilmek ve dünyanın farklı bölgelerine iyi örnek modeli olabilmek için temiz enerjiye demokratik bir şekilde geçişin önü açılmalı, bu konuda daha fazla çaba sarf edilmelidir. Örneğin, Yenilenebilir Enerji Müdürlüğü gibi bir resmi birim varken, bunun kapatılıp başka bir birim altında eritilmesi, mevcut siyasi iradeyi sorgulamaya yol açacak bir adım olmuştur. Bu ve benzeri adımlar kayda geçmeye devam ediyor, insanlık tarihi kaydına…

Kaynaklar
http://ekoiq.com/arsiv/linyit%20raporu%20biten.pdf
http://www.greenpeace.org/turkey/tr/campaigns/enerji/
http://m.bianet.org/bianet/toplum/153250-res-olur-ama-her-yere-olmaz-mi
https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2018/07/17/elveda-ruzgar-gunes-verimlilik-demokrasi/
https://www.birgun.net/haber-detay/enerjide-cozum-katilim-ve-demokratik-planlama-112291.html
https://yesilgazete.org/blog/2018/07/10/enerji-bakanliginin-yeni-teskilat-yapisinda-yenilenebilir-enerji-genel-mudurlugu-yer-almiyor/
https://www.birgun.net/haber-detay/iklim-kriziyle-mucadelenin-yolu-yenilenebilir-enerji-176305.html

Fosil Yakıt Projeleri Devam Ederken…

23 Ağu

Dünyanın farklı bölgelerinde insan kaynaklı iklim değişikliği, etkilerini artırarak göstermeye devam ediyor. İklim değişikliği kaynaklı aşırı düzeyde gerçekleşen hava olayları, felaketler ve uzun süreçte yaşanan olumsuzluklar, haberlerden neredeyse eksilmiyor. Bu gidişatın yarattığı etkiyi bir nebze de olsa azaltabilmek ve uzun süreçte bu gidişatı durdurabilmek için fosil yakıtları yer altında bırakmak en önemli faktörler arasında yer almaktadır. Bu çerçevede kimler fosil yakıta yöneliyor kimler vazgeçiyor ve genel olarak tüketim eğilimleri ne yönde gibi soruların cevabını aramak çok kritik. Zira alacağımız cevaplarla birlikte oluşturacağımız yeni aksiyonlar değişim adına bir umut kapısı yaratabilir.

yapi.com.tr

(yapi.com.tr)

Bu noktada konuyu biraz daha yerelde inceleyerek Türkiye’de devam etmekte olan ve durdurulması elzem olan bir takım fosil yakıt projelerini göz önüne almalıyız. Özellikle projesi devam etmekte olan pek çok kömür santraline yapılan yatırım, Türkiye’nin insan kaynaklı iklim değişikliğini durdurmaya yönelik iradesindeki zayıflıklardan bir tanesini göstermektedir. Yapılması planlanan ve devam etmekte olan birçok proje içinde özellikle yerel halk tarafından pek çok kez tepkiyle karşılanmış olanı, Tekirdağ’ın Çerkezköy ilçesinde kurulması planlanan kömürlü termik santraldir. Santralin kurulum projesi tamamlandığında ve işleme geçtiğinde yaratacağı çevresel etkiler, bir yandan insan kaynaklı iklim değişikliğine sebep olmaya devam ederken bir yandan da bölgedeki canlıların sağlığını tehlikeye atacaktır. Yaşanacakları önceden görebilen pek çok yurttas, gazeteci, sivil toplum örgütü ve politikacı her fırsatta haklı tepkilerini dile getirirken en barışçıl yolları seçmektedir.

bianet

(Bianet)

Santralin yapılması planlanan bölgede “ülkenin buğday üretiminin yüzde 12’si, ayçiçeği üretiminin yüzde 46’sı ve çeltik üretiminin yüzde 46’sı” karşılanmaktadır (https://www.artigercek.com/cerkezkoy-de-mese-ormaninina-termik-santral-hanceri). Aynı zamanda bölgenin ciğerleri niteliğinde olan 500 hektarlık bir meşe ormanının üzerine kurulacak olması projenin neden iptal edilmesinin gerektiğini açıkça gözler önüne seriyor. Tüm bu uzmanlık bilgilerinin yanında, termik santralin yaratacağı olumsuz çevresel etkileri anlayabilmek için uzman olmanın gerekli olmadığını düşünüyorum. Aklını ve vicdanını insan ve doğa adına canlı tutanların anlayabileceği bir durum bence. Yerel halkın yaşamın özüne doğru sahip olduğu engin bilgi ve tecrübe bunu hepimize gösteriyor. Ağacımız, ormanımız, suyumuz ve gıdamız giderse, yaşam da gider.  Bu sebeple tüm barışçıl yöntemleri kullanmaya devam ederek bu ve benzeri diğer fosil yakıt projelerini sürdürmeye çalışanlara bir şekilde dur demeli, yaşamı sürdürmeli ve iklim değişikliğinin olumsuz gidişatını bir parça da olsa engelleyebilmeliyiz.

 

Kaynaklar

https://www.greenpeace.org/turkey/tr/press/reports/trakya-da-termik-santral-tehlikesi-rapor-180228/

https://www.artigercek.com/cerkezkoy-de-mese-ormaninina-termik-santral-hanceri

https://bianet.org/bianet/kent/193924-trakyalilar-ced-toplantisini-yaptirmadi-termik-santral-degil-nefes-almak-istiyoruz?bia_source=rss (Foto)

http://www.yapi.com.tr/haberler/canakkalede-yeni-termik-santral-projesi_112982.html (Foto)

İklim Değişikliğinin Yerel Topluluklara Etkisi: Mersin’e Güncel Bir Bakış

24 Oca

Problem Nedir?

İnsan kaynaklı küresel iklim değişikliğinin yarattığı etkiler gün geçtikçe artıyor. Özellikle Anadolu ve Mezopotamya coğrafyasındaki canlıların, gelecek yıllarda ciddi kuraklık problemleriyle karşılaşacağı pek çok raporda dile getirildi. Ekosistemi derinden sarsacak kuraklık problemi, sosyal ve siyasal tartışmaları da beraberinde getirecek gibi gözüküyor. Bunun yanı sıra, öngörülemeyen şiddetli iklim olaylarındaki artış, aşırı hava kirliliği, orman yangınları, (kötü şehirleşme modellerinin de etkisiyle oluşan) seller vb. durumlarda da ciddi bir yükseliş bekleniyor.

Nasıl Etkiliyor?

Yapılan araştırmalar ve bu araştırmaların sonuçları doğrultusunda oluşan beklentilerin yanı sıra, dünya aslında uzunca bir süredir iklim değişikliğinin etkilerini hissediyor. Özellikle dünyanın farklı bölgelerinde, coğrafi konum gereği ve kırılgan yapıdaki birtakım ülkeler ve topluluklar, adaletsiz karbon salımının kurbanı olarak iklim değişikliğinin etkilerini daha derinden hissedecek. Önümüzdeki yüzyıl içerisinde artacağı belirtilen iklim mültecileri daha şimdiden yollara düşmüş durumda. Böyle bir atmosfer içerisinde ben de yaşadığım şehir Mersin ve civarı bağlamında kısa bir etki değerlendirmesi yapmak istedim. Aslında bu değerlendirme geleceğe dönük bir prova niteliği taşıyacak. Neden mi? Çünkü birazdan bahsedeceğim olayları, ilerleyen yıllarda sistematik olarak daha fazla gözlemleyeceğiz. Şimdi birkaç örnek üzerinden bu provaya bir göz atalım.

Hepimizin bildiği üzere 2016 ve 2017 yılları, atmosferdeki sıcaklık ortalaması ölçeğinde rekor yıllar oldu. Biz de bu durumu bire bir yaşadık aslında. İçinde bulunduğumuz kış ayı, sıcaklık ortalamalarının üzerinde seyretmeye devam ediyor. Geçtiğimiz haftalarda yerel basında gündeme oturan olay ise Silifke’de erik ağaçlarının meyve vermesiydi. Sadece bununla kalmadı. Şehrin farklı bölgelerinden gözlemlerini aktaran dostlarım, limon ve badem gibi ağaçların hiç alışılmadık bir şekilde çiçek açmasından bahsediyordu. Yine aynı hafta; uzun zamandır yağmayan yağmur (ki bu da bir işaret), iki günde resmen Mersin ve civarına boşalıverdi. Tarsus’un çeşitli mahallelerinde yer alan sebze-meyve seralarındaki görüntü, bir süre sonra arazide balıkçılığın başlayacağını gösterir nitelikteydi. Zira, çiftçiler mahsüllerine kayıklarla ulaştılar. Tabii, burada tek etken aşırı yağışlar olmadı. Aşırı yağışlarla birlikte bölgedeki altyapı yetersizlikleri de önemli bir paya sahipti. Etkiye adaptasyon ve etkiyi hafifletme anlamında ise altyapının uygun hale getirilmesi çok mühim bir konu. Nitekim Mersin şehir merkezinde de, şehrin yeterli olmayan altyapısı, dere yataklarındaki yapılaşmalar ve aşırı betonlaşmadan kaynaklı seller daha önce yaşandı ve yaşanmaya devam edecek.

Çözüm Önerileri

Bu noktada, geniş resme belki kısa vadede etki etmeyecek ama uzun vadede yaşam pratiklerimizi değiştirecek birtakım önlemler alabiliriz. Bu önlemleri alırken unutulmaması gereken en önemli şeylerden bir tanesi, yerelde ve küresel çapta tüm aktörlerin sürece aktif katılımı olacaktır. Tüm aktörlerin katılabildiği bir mekanizmada herkesin sesinin duyulması, bizlere yeni dünyaların kapılarını açacak ve kapsamlı çözümler üretmemizi sağlayacaktır. Aksi halde, sesi duyulmayan ve duyulmak istenmeyen bireyler veya topluluklar iklim değişikliğinde en çok etkilenen grupta yer almaya devam edeceklerdir. Özellikle karbon salımını bir an önce azaltması gereken ve endüstriyel çalışmalarda başı çeken ülkelerin acilen yükümlülüklerini yerine getirmesi gerekiyor.

Konuya biraz daha yerelden yaklaşırsak, daha önceki yıllarda yerel yönetimler tarafından gerçekleştirilen hatalar zinciri, yeni hataları da bünyesine katma gibi bir lükse sahip değil. Zaten var olan etkiyi azaltmak için hatadan ziyade olumlu adımlar atarak, etkiyi hafifletme ve yeni koşullara adaptasyon mekanizmasını iyi çalıştırmak gerekiyor. Aynı şekilde, bireylerin ve toplulukların da tüketim alışkanlarını sorgulaması ve “karbon salımı en az olacak şekilde” yaşam pratiklerini şekillendirmesi çok önemli. Bunun en basit reçetesi ise; fazla lükse eğilim göstermeden, hayatı daha sade yaşamak olabilir. Karbon salımı yüksek evlerde oturmadığımızda, trafikteki araba sayısını arttırmadığımızda veya AVM yerine daha lokal yerlere gittiğimizde inanın değişimin ilk adımını atmış oluyoruz.